Monday, June 15, 2009

Tapınak Şövalyeleri - 1

Tapınakçılar (Templar) incelenmeden önce, şu tapınak dediğimiz yerin neresi olduğunu bir tanımlamak gerekiyor. Bu tapınak üç din için kutsal olan Kudüs’te Hz. Sülayman tarafından inşa edilmiş, zenginliğin, gücün, erkin sembolü olan bir saraydır. Hz. Süleyman, Hz. Davut’un oğlu bir Kraldır. Yine üç din tarafından saygı ile anılır. Hz. Süleyman’ın kral olmasının ötesinde dinler tarafından bir peygamber olarak da anılır. Özellikle İslamiyet için Hzi Süleyman önemli bir peygamberdir. Bilginin, gücün giz ve gizemin sahibidir. Mucizeler yaratır. Eli bükülmez bir muzaffer kraldır. Bir anlamda Yahudiler için dünyanın üzerinde egemenlik kurdukları bir dönemin adı olarak sivrilir.

Tapınak Süleyman sonrasında bir kargaşaya düşer, Kuzey’den gelen, sanırım Roma orduları tarafından terle bir edilir. Bugünkü kalıntılarının Ağlama Duvarı şeklinde bir Yahudi Ritüeline dönüşmesinin sebebi de bu tarihtir.

Yahudiler geleneksel olarak gizemlerle uğraşmışlardır. Kelimelerin, sayıların gizemleri. Her isimin bir sayısal anlamı ve o sayının da başka bir anlamı vardır. 5000 yıllık tarih boyunca Tevrat’ı kendi içinde ve kendi kelimeleriyle tekrar tekrar yaratmanın formüllerini aramışlardır. Bu Yahudilikte bambaşka kutsal kitapların oluşmasına yol açmıştır. Talmud bunların arasındadır. Yine Yahudilerin tassavvuf aracı olarak Kabala’yı gösterebiliriz. Amerikalı bir çok film artistinin son zamanlarda Kabala öğrendiğini biliyoruz. Kabala (Cabbalah) internet sitelerinde çok rahatlıkla ulaşabileceğiniz ve ders alabileceğiniz bir öğretidir. İlgili olanlar için.

Yine Yahudilikte diğer dinlerde olduğu gibi bir Mesih inancı vardır. Fakat Musevi inancının Mesih inancı diğer dinlerden ayrılır. Museviler Mesih’i dünya egemenliği olarak algılar. Şöyle özetleyebiliriz. Hristiyanlık ve İslamiyette olan Ahiret inancı Yahudilikte o kadar kuvvetli değildir. Bu anlamda Musevilere daha metaryalist bir dünya görüşü içinde yaşadıkları söylenebilir. Cennet olarak kurgulunan şey, bu dünyanın nimetleri ve zenginlikleridir. Bu nedenle diğer dinlerde ginah olan, faizcilik, tefecilik, ticaret, mal hırsı gibi şeyler Musevilikte günah sayılmaz.

Yine Evrenin içinde bütün maddelere ve kainata hükmeden bir sırlarla dolu bilgi inancı yukarıda saydığım şeylerle beraber gider. Hz. Süleyman’ın bu sırları bilen bir ikişi olduğu savunulur.

Yine bu evrenin gizlerinre ulaşmak için müspet ilim dediğimiz şeye ulaşmak için bilimin gelişmesinin öünüde yer alırlar. Adını bildiğimiz tüm bilim adamlarından çoğunun Yahudi olmasının bir enteresanlığı vardır mutlaka. Özellikle Hristiyanlıkta ve İslamiyetin gerileme döneminde görülen tutuculuk Yahudilerde görülmez. Bununla birlikte Yahudiler bulundukları coğrafyalarda yine egemenlikleri altında kaldıkları güçlere boyun eğerek, belli anlamlarda özellikle Hristiyanların egnizisyonunu başlarında hissetmişlerdir.

Hz. Süleyman’ın mührü (Mührü Süleyman) karşıtların birliğini ifade eden bir yıldızdır ve bugün İsrail bayrağını süsler.

Yahudi Ansiklopedisinden küçük küçük alıntılar yapalım.

Hahamlarin düsüncesine göre, Mesih, insanlik tarihinin en üst noktasinda, Israil'i kurtaracak ve yönetecek olan kraldir. Bu sekilde, Tanri'nin Kralligi, kurulmus olacaktir... Mesih, Israil'in düsmanlarini yenecek, yahudi halkini yeniden topraklarina kavusturacak, onlari Yehova'yla yakinlastiracaktir. Bir peygamber, savasçi, hakim, kral ve Tevrat ögreticisi olacaktir... Hahamlar, Mesih'in Davud'un soyundan gelecegine inanirlar.

Yahudilerin son bozgunundan osnra diasporaya dağıldıkları görülür. Bu diaspora genel olarak İber Yarımadası ve Fransa, İtalya Akdeniz kıyılarıdır.

Yine Yahudilerin çok önemli varlıklarından biri, seçilmiş bir kavim olduklarına dair içlerinde duydukları inançtır.

"Siz Allahiniz Rabbin ogullarisiniz... Çünkü sen Allah'in Rabbe mukaddes bir kavimsin ve Rab yer üzerinde bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.5 ... Ve onlardan nefret ettim. Fakat size dedim: Siz onlarin topraklarini miras olarak alacaksiniz ve ben size onu mülk olmak üzere verecegim, ben sizi milletlerden ayirt eden Allahiniz Rabbim6 Ben dedim. Siz ilahlarsiniz ve hepiniz yüce olanin ogullarisiniz. Kalk ey Allah yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin hepsine sen varis olacaksin." Mezmurlar, Bab 82/6-8 - TEVRAT


Bu inanç sistemi Yahudileri uzun süre bir arada olmamalarına rağmen asime olmalarından koruyan bir koruyucu zırh olmuştur.


"Geleneksel (ortodoks) düsünceye göre, Mesih, Davud'un soyundandir. Kudüs'te hükmedecek ve Tapinak'i yeniden insa edecektir. Çogu ortodoks haham, ilk basta Siyonizme karsi çikmis, bu akimin tanrisal olan kurtulus yerine tümüyle insan yapimi bir kurtulus öngördügünü öne sürmüstü. Fakat, Israil Devleti'nin kurulmasiyla birlikte, ortodoksinin genel görüsü, Israil'in 'Mesih'in gelisinin baslangici' oldugu sekline dönüstü: Yani Tanri'nin yönlendirmesi ile insanlarin kurduklari yapi, Tanri'nin dogrudan müdahalesi ile gerçeklesecek olan Mesihi dönemin hazirlayicisi olacakti. Ortodoks hahamlar arasinda, çagimizdaki olaylari Mesih'in gelisinin isiginda degerlendirme yöntemi de çok yaygindir. Öyle ki, M. Kasher, Eski Ahit'teki 'Ve ay kizaracak ve günes utanacak; çünkü ordularin Rabbi Siyon daginda ve Yerusalayim'de (Kudüs) krallik edecek; onun ihtiyarlari karsisinda da izzet!'13 ayetinde yer alan kehanetteki ayin inisini, Israil Devletinin kurulmasi olarak yorumlamistir." YAHUDİ ANSİKLOPEDİSİ


Elbette bu kadar yoğun bir tarihi bir bilinç ve çalışma dikkat çekicidir. Bu çalışmaların belli başlı sahipleri tarihte kendilerine hizmet edecek ya da işbirliğine girecek yandaşlar aramışlar ve bulmuşlardır.

Bu girizgahla birlikte Tapınak Şövalyeleri’nin anlatımına geçebiliriz sanırım.
Haçlı Seferleri tarihin gördüğü en barbar işgal hareketidir. Nitelik olarak haçlı seferlerini çok yönlü incelemek gerekir. Birinci Haçlı Seferi iki aşamalı gerçekleşmiştir. İlk aşama, görece daha yoksul ve daha aşağı sınıflardan oluşan ve tarihçilerin serseriler olarak tanımladığı grup ki bu grup daha Avrupa içinde yağmaya başladığı için, başta Avusturya ve Macar Kralları olmak üzere yok edilmeye çalışılmıştır. Bu Grubun, Bizansa gelmesi daha dramatiktir. O güne kadar böylesi bir toplulukla karşılaşmayan İstanbul haklı ve İmparator dehşet içinde gelenlerin bir an önce Anadolu geçişini sağlarlar. Bu grup Anadolu’da Kılıçarslan tarafından neredeyse yok edilir.

Aynı zaman denk düşüen ve içinde daha soylu sınıfları barındıran ikinci grup düzenli ordu biçimindedir. Benzer görüntüler bu grup tarafından da yaratılmışsa da içindeki şavaş bilen komutanların sayesinde kayıp vermeden Anadolu’ya kadar gelirler. Kılıçarslan bu kez yenemez. Eskişehir dolayında yapılan savaş Haçlı Ordusunun galibiyetiyle biter. Kılıçarslan kaçar.

Bu ordu içinde barındırdığı vahşeti her geçtiği yerde uygular. Anadolu tam anlamıyla kana bulanır. Urfa’da, Antakya’da kontluklar kurulur. Bu şehirlerin alınışı da tam bir katliamdır. Bir çok vakanüvist olayları dehşetle kaleme alır. Amin Maalof’un Arapların Göüzyle Haçlı Seferleri bu anlamda basit ama detaylı bir çalışma olarak okunabilir.

Kudüs’ün alınmasıyla birlikte Papa amacına kavuşmuş oldu. Bununla birlikte bu bölgede tüm dengeler alt üst oldu. Üç yüz yıllık İslam egemenliği sona erdi. Bizans İmparatorluğu, Mısır, Arap Dünyası, İran ve Selçuklu bölgesine bir başka Katolik Hristiyan bir güç geçmiş oldu.

Seferler birbirini izledi. Bu seferlerin altında yatan şey elbette fakir Avrupa coğrafyasından zengin Ortadoğu’ya göçtü.

Ortadoğu’nun o dönem için ileriyi temsil ettiği kesin. Her alanda önemli bir gelişmişlik söz konusuydu. Bilim, sanat, edebiyat, savaş sanatı alanlarında Avrupa’dan çok ileri bir medeniyet vardı. Ayrıca dinlerin beşiği olarak mistik bir hava da vardı. Her türlü savaşa karşın belli bir ilişkiler bütünü vardı. Ve bu Avrupa’nın tanıdığından farklıydı.

Templar Şövalyeleri böylesi bir ortamda Kudüs’te Süleyman’ın Tapınağını korumak amacıyla bölgeye geldiler. Tapınakçılar dediğimiz bu grup belli bir dinsel öğretiye inanan tarikat tipi örgütlenmişti. Gücünü Hristiyan Katolik öğretiden alan bu tarikatin örgütleniş felsefesi ile bölgeye geldikten sonraki gelişimi arasındaki farkın içeriği konusunda şüpheler vardır. Bu konuya sonra dönelim.

Tapınak Şövalyeleri Haçlı Seferleirinin bir parçası olarak ortaya çıkar. Savaşlarda ön saflarda çarpışır mı bilinmez ama, kahramanlıkları çokça anlatılır. Bölgedeki diğer Tarikat Hospitaller gibi en etkin gruptur. Hospitaller adından da anlaşılacağı üzere sağlık hizmeti verirler.

Bununla birlikte Tapınakçıları diğerlerinden ayıran “içrek” bir yan olduğu kesin. Daha aydınlanmış daha bilinçli bir tarikat. Örgütleniş biçimleri ve zamanla bunlara eklenen çeşitli ritüeller giderek daha da gizemli bir hal almalarına neden olmuştur.

Yerleşik bir Kudüs Krallığının kurulmasıyla birlikte bölgeye gelip giden hacılar artan bir lineerlikte çoğalmıştır. Bütün dönemlerde insanların seyehatleri sorun olmuştur. Çünkü bu seyehatlerdeki en açık yön sahip olunan zenginliğin saldırılar karşısında kaybedilmesidir. Bütün Harami, Korsan hikayelerinin içindeki ana fikir budur. Ticaret yapan kişilerin bütün tarih boyunca en fazla korunan ve haklarında en fazla kanun çıkarılmış olması rastlantı değildir. Bir insanı öldürebilrsiniz bunun bir açıklaması olabilir. Ama o kişinin malını çalarsanız bunun açıklaması olamaz. Çaldığınız bir baklava tepsisi de olsa en ağır cezaya çarptırılırsınız. Hatta öldürülebilirsiniz de.

Tapınakçılar hacıların seyehatlerini düzenleyen hem bir seyehat acentası gibi hem de bir çeşit finans kurumu gibi çalışmaya başlamıştır. Hacılar, örneğin Fransa, Paris’te Templar bürosuna gider. Orada parasını teslim eder. Hangi kervanla ya da Seferle yola çıkacağını öğrenir. Ödemesi gereken bedeli öder, karşılığında çek-senet-tahvil neyse onu alır ve yola Templar güvencesiyle çıkardı. Kudüs ya da nereye gidiyorlarsa, gittikleri yerde bir başka Templar bürosuna uğrar, elindeki kağıdı nakite çevirirdi. Bu o günün şartlarında olağanüstü bir organizasyondur.

Tapınakçılar zamanla ellerindeki bu parayı bir banka gibi işletmeye başladılar.

Oysa, Katolik Kilisesi faizciliği yasaklayan bir öğretiye sahipti. Ve yine bilinen bir gerçek varsa o zamanlarda faiz ve tefecilikle Yahudiler uğraşırdı.

Tapınakçıların ellerindeki ve hakim oldukları finans güç zamanla Krallara ve Derebeylerine kredi açacak düzeylere ulaştı. Uygulanan faiz oranın çoğu zaman %60’lar seviyesine ulaştığı belirtilir çoğu kaynakta. Bununla birlikte zaman içerisinde Fransız Kralının aldığı borçlar çok büyük boyutlardadır ve işin daha dramatik boyutu da Tapınakçıların edindiği servet Fransa Kraliyetinin sahip olduğu servetin çok ötelerine geçmiş olmasıdır. Bu dönemin tüm Krallarını ve düzenini tehdit eden boyutlara ulaşmıştır.

Para her dönem belirleyici unsur olmuştur.

Tapınak Şövalyelerinin bu ekonomik gelişmine eşlik eden bir de felsefi boyutu, mistik yanı da vardır.

Uzay Gökerman

Monday, January 15, 2007

Fatih'in yaktığı Matrix Tarikatı: Hurufiler

Murat Bardakçı
Da Vinci modası bizdeki esrarlı örgütleri unutturdu. İşte Fatih'in diri diri yaktırdığı tarihin ilk Matrix'çileri: Hurufiler....
"BAŞKENT ANKARA" KEHANETİ
Hurufiler, şarkın en gizemli mezhebiydi. 14'üncü asırda doğan mezhep, kâinat ile sayı sistemleri arasında bağlantı kuruyor ve bu bağlantılarla "geleceği okuyordu." Mesela 19'uncu asır Hurufi şairi Müştak Baba, Ankara'nın başkent olacağını 100 küsur yıl öncesinden söylemişti.

İslam'ın Matrix'çi gizli mezhebi Hurufilikİran taraflarında, 14. asırda "Hurufilik" denilen yepyeni bir mezhep doğdu. Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan, yani Matrix filminin kurgusunu andıran Hurufilik kısa zamanda yayıldı ama âkıbeti kanla yahut ateşle noktalandı. Mezhebin kurucularının derileri yüzüldü, Fatih Sultan Mehmed zamanında da, binlercesi diri diri yakıldı. İşte, Da Vinci Şifresi'ne rahmet okutacak derecede sırlarla ve maceralarla dolu olan "İslam'ın tek, dünyanın da ilk Matrix'çi gizli mezhebi" Hurufiliğin kısa öyküsü....
BAŞLARKEN
Şark dünyasının sırları Da Vinci'ye rahmet okutur Türkiye'nin kültür hayatında, son çeyrek asırda yaşanan önemli bir değişikliğin acaba farkında mısınız? Kendi kültür geçmişimizden bihaber kalarak tarih, sanat, eğlence, hattâ günlük hayat konusundaki bütün örnekleri batı dünyasından verir hâle gelmiş olmamız hiç dikkatinizi çekti mi? "Da Vinci'nin şifresi", bu alıntıların günümüzdeki son örneği...
Dan Brown'ın romanında ortaya attığı iddialar bugün bütün dünyanın yanısıra Türkiye'de de her an gündemde ama Da Vinci'ye atfedilen sırlara rahmet okutacak derecede gizemlerin çok daha fazlasının Şark dünyasının ve özellikle de imparatorluk Türkiyesi'nin geçmişinde vârolduğunu sadece konunun uzmanları biliyorlar. Üç gün devam edecek olan bu yazı dizisini Şark'ın gizemlerini hatırlatmak maksadıyla hazırladım. Bugün Edirne taraflarından başlan esrarlı yolculuğumuzun yarınki ve öbür günkü güzergâhı, İstanbul olacak.
Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar.
Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları, yani İslam tarihinin en esrarlı, en karmaşık ve en militan mezhebine mensup bulunmalarıydı. 16. asrın biyografi yazarı Taşköprüzâde Ebu'l-Hayr İsâmü'ddin Ahmed Efendi, "Şakâiku'n-Nu'mâniyye" isimli eserinde Hurufiler'in diri diri yakılmalarını anlatırken "Dalâlete düşenler, lâyık oldukları ateşe işte böyle kavuştular" diye yazacak; Hurufiler, Edirne'de 1450'li yılların sonlarında yedikleri bu darbeden sonra bellerini bir daha doğrultamayacak ve sır dolu bir grup olarak tarihe geçeceklerdi.
Hurufi mezhebini, İran'da 1340 senesinde doğan Şihabüddin Fazlullah adında bir tasavvufçu kurdu. Fazlullah, kendisinden asırlar önce vârolan aşırı mezheplerin, özellikle de Batınililiğin etkisi altındaydı. Mezhebinin inanç temelini "harflerin ve sayıların kutsallığı" düşüncesi ile "ses" kavramı teşkil ediyordu. "Ses", Fazlullah'a göre her varlıkta mevcuttu; hattâ cansızlarda, meselâ taşlarda bile bu özellik vardı. İki taşın birbirine vurulması neticesinde işitilen ses, cansız maddelerin sahip oldukları bu özellikti.
DERİSİNİ YÜZDÜLER
Ses olgunlaştığı zaman "söz" olur, söz de harflerden meydana gelirdi, dolayısıyla herşeyin aslı "harf" idi ve her harfin belirli bir sayı değeri vardı. İşte, bu temelden yola çıkan Fazlullah'a göre İslamiyet ile ilgili bütün meseleler Arapça'nın 28, Farsça'nın da 32 harfiyle izah edilebilirdi. Herşey sayıda gizliydi, sayıların arasındaki ilişkiler vasıtasıyla Kur'an'ın yorumlanıp gizli sırların öğrenilmesi ve mutlak gerçeğe ulaşılması mümkündü. Hurufilik, İslam uleması tarafından ilk zamanlarında aşırı bir mezhep gibi görüldü ama Fazlullah'ın daha sonraları dünyanın, ahıretin velhasıl herşeyin temelinin kendisi olduğunu söylemesi ve "Ben, aslında Hazreti İsa'yım, dünyayı kurtaracak Mehdi, benim" demesi üzerine Hurufiler kâfir kabul edildiler. Bu sırada giderek daha fazla taraftar toplayan Hurufiler'in siyasi iktidarı ele geçirmeye kalkışmaları üzerine, Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ın kafasını kestirdi. Sonra derisini yüzdürdü, cesedini ip bağlatarak pazarda dolaştırdı, etini köpeklere yedirdi ve vücudundan kalan bütün ateşe attırdı.
Fazlullah'ın idamına rağmen sayıları ve güçleri giderek artan Hurufiler hemen her yerde sıkı bir takibe uğradılar. Ele geçirilenlerin ya derileri yüzüldü, yahut yakıldılar; hayatta kalabilenler de, kurtuluşu Anadolu'ya geçmekte buldu.
Hurufiler, Fatih Sultan Mehmed'in iktidar yıllarında sayıların ve harflerin cazibesiyle hükümdarı bile etkileyerek saraya sızmayı ve devlet işlerine müdahale etmeyi başardılar. Ama, devletin güçlü veziri Mahmud Paşa yine o devrin en güçlü din âlimlerinden Fahreddin-i Acemi'den "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartınca, Fatih'in söyleyecek sözü kalmadı. Neticede, Edirne'deki o büyük ateş yakıldı ve ateşin başında ilk tekbiri de Fahreddin-i Acemi getirdi. Ayrıntılarını yıllar önce rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın ortaya çıkardığı bu gizli mezhebin inançlarına bugün artık sadece tarih kitaplarında rastlanıyor. Siyasetin yanısıra kültür ve sanat çevrelerini de asırlar boyunca etkilemiş olan bu akımı artık bir mezhep yahut din değil, kültür kaynağı olarak kabul edenler ve sistemin temelinde vârolan "ebced" ile "cifir" meselelerine alâka duyanlar bugün hâlâ mevcut.
İslamiyet'in "Matrix"i olan ve gölgesi günümüzde çok dar bir çevrede devam eden Hurufiliğin ayrıntılarını merak edenler, bu sayfadaki kutulara bakabilirler.
Hurufiler'in yakılan kutsal kitabı şaşırtıcı sırlarla doludur
Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan "Hurufilik", Arapça "harf" sözünün çoğulu olan "huruf" kelimesinden gelir ve "harflerle ilgili" demektir. Hurufiliğin kurucusu olan Fazlullah, mezhebinin kurallarını Farsça olarak kaleme aldığı ve "Câvidannâme" ismini verdiği kitabında ayrıntılarıyla ama sembollerle dolu bir şekilde anlatır. Mutlak gerçeği ruyasında gördüğünü iddia eder, sisteminin temelini Arapça'nın 28 harfine Farsça'ya mahsus dört harfin ilâvesiyle ve bu harfler arasındaki matematik ilişkiler vasıtasıyla geliştirir.
Fazlullah'ın sistemi, en basit ifadesiyle şöyledir:
İnsanın yüzünde yedi adet "hat" vardır ve bunlar iki kaş, dört kirpik ve saçtır. Doğumla vârolan bu özellikler, "anne hatları"dır. Erkeklerde "baba hatları" denilen ve ergenlik çağında ortaya çıkan bıyık, sakal, burun hattı ve dudak altı çizgisi de on dört adettir. Toplamı 14 olan bu hatlar, çıktıkları yerlerin de ilâvesiyle 28'e, saçın ve dudak altındaki hatların da ikiye ayrılmasıyla 32'ye yükselir. 28 sayısı Arapça olan Kur'an'ın, 32 de Farsça Câvidannâme'nin yazılışında kullanılan harflerin sayısıdır. Fazlullah, temeli bu basit hesaba dayanan Câvidannâme'sinde daha sonra değişik matematik hesaplamalar yaparak dinle ilgili yeni kurallar koyacak ve aynı hesaplama biçimleriyle kâinatın geleceğinden sözedecektir. Bütün bu bilgilerin yazılı olduğu Câvidannâme'nin nüshaları asırlar boyunca defalarca imha edildi ama çok sayıda nüshası bugüne kalmayı başardı. Farsça'ya âşina iseniz ve Hurufi sembolleri konusunda bilginiz varsa, şimdi elyazması kitaplıklarımızda muhafaza edilen bu son derece enteresan eseri incelediğiniz takdirde İslam'ın matrixçi gizli mezhebinin sırlarına daha derinden vâkıf olabilirsiniz.
Nostradamus'un kehanetleri, Müştak Baba'nın yazdıklarının yanında basit bir masal gibi kalır
Hurufi inancının ileri aşamalarında "ebced" denilen bir hesap metodundan kaynaklanan ve sayılar yardımıyla geleceği belirlediğine inanılan bir sisteme rastlanır. "Cifir" adı verilen, yüksek matematiği andıran ve sıkı kurallara bağlı olan sistemin temeli, alfabedeki her harfin belli bir rakam değeri taşımasına dayanır. Her kelimenin, kendisini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan bir sayı karşılığı vardır. Geçmiş asırlarda yaşayan ve çoğu Hurufi olan cifirciler kehanetlerini açık açık değil, şifreyle yazmışlardır ve cifrin Türkiye'deki bilinen en büyük üstadı, 1830'ların başında büyücülük suçlamasıyla idam edilen şair Müştak Baba'dır. Müştak Baba'nın ölümünden sonra, 1846'da basılan "Divan" ındaki bazı şiirlerinde çok sayıda kehanete rastlanır.
Şair, Ankara'nın 1923'te İstanbul'un yerini alıp başkent olacağını tâââ 100 küsur sene öncesinden söylemiştir.
Şimdi, şairin ağdalı bir dille yazdığı şiiri günümüz Türkçesi'ne nakledelim:
"1000 mânâsına gelen ELF sözü, güzeller beldesinin başına EFSER, yani tâc olarak konursa, o belde İstanbul'dan farksız olur. Sonra, Yunus Suresi'ndeki NUN ve Kaf Suresi'ndeki KAF harfleri alınır. Resul'ün, yani Hazreti Peygamber'in RI harfi de bunlara ilâve olunmak ister ve maksad "hây-ı huy" sözündeki "HE" harfi ile tamamlanır. Ey anlayışlıların padişâhı olan Sultan Hacı Bayram! Senin bulunduğun o güzel belde, bu değersiz kul Müştak'tan hürmet istiyor!" Müştak Baba, şiirin ilk mısraında "1000" mânâsına gelen "elf" ve "tâc" demek olan "efser" sözlerini veriyor ve "efser"in başına "elf"in ilâve edilmesi gerektiğini söylüyor. Ebced hesabıyla 341 tutan "efser"e "elf"in, yani "1000" sayısının ilâvesiyle, Ankara'nın başkent yapıldığı 1923'ün Hicri takvimle karşılığı olan 1341 çıkıyor. Şair, sonraki mısralarda sırasıyla "elif", "nun", "kaf", "rı" ve "he" harflerini veriyor. Bu harfler, bu sırayla yazıldıklarında ortaya "Ankara" kelimesi çıkıyor. Yani, Müştak Baba, "Ankara"nın eski harflerle yazılışı olan "A-N-K-R-H" harflerini sıralıyor, "Güzeller beldesi ve Hacı Bayram'ın memleketi olan Ankara, 1341 yılında başlara tâc olacak ve İstanbul'dan -yani, şiirin yazıldığı zamanın başkentinden- farksız hâle gelecek" diyor.


Thursday, September 14, 2006

Da Vinci Şifresinden Sonra “Newton Şifresi”

Bugün Katolik dünyası Dan Brown'a ve “Da Vinci Şifresi”ne cephe almış durumda. Ancak araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre asıl şifre iki yıl sonra çözülecek: “Newton Şifresi” . Altındal,Dan Brown'dan Da Vinci Şifresi'ne, İtalya'da fırtınalar koparan Luigi Cascioli Davası'ndan henüz dillendirilmeyen Newton Şifresi'ne pek çok şeyi anlattı.

“Da Vinci Şifresi”nin Katolik ve Ortodoks camiasında yarattığı rahatsızlık uzun zamandır ortada. Bir yandan Vatikan Hıristiyanları filme gitmemeleri için uyarıyor, diğer yandan Rusya ve Gürcistan'da dini çevreler filmi protesto ediyorlar.

Olay yaratan kitap, Katoliklerin İsa Peygamber'in “Tanrı'nın oğlu” olduğu dogmasını yerle bir edecek tezler içeriyor. Kitaba göre İsa sadece bir “insan” . Üstelik Katolik alemi tarafından fahişe olarak tanımlanan Maria Magdelena ile evli ve soyu devam ediyor.

Bu tezler aslında yeni ortaya atılmıyor. Bugüne kadar konuyla ilgili pek çok akademik çalışma yayınlandı. Ancak hiçbiri Dan Brown'ın çok satan romanı kadar geniş çevrelere ulaşıp yankı yaratmadı.

Bugün Katolik dünyası Dan Brown'a ve “Da Vinci Şifresi”ne cephe almış durumda. Ancak araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre asıl şifre iki yıl sonra çözülecek: “Newton Şifresi” . Altındal, Haberposta 'ya Dan Brown'dan Da Vinci Şifresi'ne, İtalya'da fırtınalar koparan Luigi Cascioli Davası'ndan henüz dillendirilmeyen Newton Şifresi'ne pek çok şeyi anlattı.

EVANJELİST VE SİYONİSTLER TARAFINDAN YAZDIRILDI

Haberposta: “Da Vinci Şifresi” Türkiye'de de vizyona girdi. Hem kitap hem film dünyada büyük yankılar yaratıyor. Yazar Dan Brown ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Aytunç Altındal: Dan Brown hakkında hiç iyi düşünmüyorum. Bana sorarsanız Michael Baigent'in kitabını almış, roman yapmış. Tabi o kitap akademikti. Ama Brown roman dilinde yazmış. Yazdığı diğer kitaplar dökülüyor.

Haberposta: “Da Vinci Şifresi”nin Dan Brown'ın yazdığını mı, yazdırıldığını mı düşünüyorsunuz?
Aytunç Altındal: Dan Brown'a büyük ihtimalle Amerikalı Protestanlar, daha doğrusu Evanjelistler tarafından yazdırılmış. Dünya tarihinde sadece Siyonistler ve Evanjelistler hakimiyet kuramadılar. Ancak Katolikler, Müslümanlar ve komünistler dönem dönem dünyaya egemen oldular. Şimdi Siyonistler ile Evanjelistler elele vererek bir dünya hakimiyeti kurmaya çalışıyorlar. Bugün Luigi Cascioli davası da dahil, Vatikan'a karşı sürdürülen mücadele gnostik Hristiyanlar'ın mücadelesidir. Bu kavga 2000 yıldan beri var ama son 150 yılda yükselişe geçti. Bir sahtekarlık var. İsa için babasız doğmuş deniyor ama hiçbir kayıt yok. Babasız bir çocuk Yahudiler arasında doğacak ve bunun kaydı olmayacak. Bu mümkün mü? Bakireden doğmak bir tabirdir. Sokrates, Platon, Büyük İskender de bakireden doğmadır. Ne demek bu? O dönemlerde insanlar “Bu adam benim gibi biri ancak o bazı şeyleri yaparken ben yapamıyorum. O zaman bunun babası ben değilim bir tanrı olmalı” diyorlardı.

İSA GERÇEKTE VAR MI, YOK MU?

Haberposta: Kitabın içeriği ne kadar kurgu, ne kadar gerçek?

Aytunç Altındal: Ben “Da Vinci Şifresi”nde anlatılanları Türkiye'de 15 sene önce yazdım. Cumhuriyet, Sabah ve Milliyet gazetesinde 10'ar gün süre ile yayınladım, ardından “Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri” kitabında topladım.

Da Vinci bir masal, ama dünyada gnostik Hristiyanlar'ın bir mücadelesi var. Mesela Luigi Cascioli davası. Bu dava gerçek. İncil'de anlatılan İsa gerçekten de yaşadı mı yaşamadı mı diye İtalya'da Vatikan'a karşı bir dava açıldı. Eğer gerçekten İsa yaşamadıysa, Vatikan yaşamamış olan bir kişiyi yaşamış gibi göstererek insanlardan vergi topladığı için dolandırıcılıkla suçlandı. Bu dava 7 Ocak 2006'da Viterbo Mahkemesi'nde görüldü. Yerel mahkeme bu davaya bakabilecek yetkiye sahip olmadığını öne sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gönderdi. AİHM ise Mayıs 2006'da bu davaya bakacağını açıkladı. Davayı açan Luigi Cascioli'yi savunacak olan avukatlar dünyanın en ünlüleri: Giovanni Di Stefano ve Domenico Marinelli. Saddam'ı savunmuş avukatlar. Şu anda AİHM'de İsa gerçekte var mı yok mu tartışması var.

Luigi Cascioli davası için benim elimdeki bilgi ve belgeleri kendilerine iletmem istendi. Geçen sene yayınlanan bir kitabım var: “Yoksul Tanrı Apollonius” . İncil'de anlatılan İsa portresi bir kolajdır. “Ben Tanrı'nın oğluyum” diyen bir İsa yoktur.

Elinizdeki belgeleri bize verin ki Strasbourg'daki mahkemede olayı daha güçlü savunabilelim diye. Ben de şimdi İtalya'ya gideceğim ve Strasbourg'daki davaya davetliyim. Bilgi, kaynak ve belgeleri Luigi Cascioli davasına ileteceğim.

İSA'NIN YAŞAMI BİR KOLAJ

Haberposta: Peki İncil'in anlatımına göre yaşamış bir İsa yok muydu?

Aytunç Altındal: İncil'de anlatılan İsa ile ilgili o döneme ait en ufak bir bilgi yok. Ama Yahudi şeriatına göre 30 yaşına gelmiş olan bir Yahudi erkeği mutlaka evli olmak zorunda. Eğer evli değilse saçlarını kesip toplumdan dışlanıyor. Nitekim buna işaret olarak İncil'de İsa Yahudi Kralı Herod Antipas'ın önüne getiriliyor. “Senin iddian nedir? Tanrı'nın oğlu musun?” diyor kral. İsa ise “Ben bütün Yahudiler gibi Tanrı'nın oğluyum” diye cevap veriyor. Herod ise “Bu zavallı meczubun teki” diyor. Zaten evlenmediği için de makbul sayılan biri değil. Bu nedenle diyor ki “Buna kadın elbiseleri giydirin, başına çiçekler takın ve şehirde dolaştırın. Sonra da bırakın gitsin” diyor. “Öldürün” demiyor.

Da Vinci'de anlatılan olaylarda yaşamış olduğu varsayılan gerçek İsa denebilecek kişi mutlaka evlidir, bir çocuk babası olmuştur. Annesi Meryem ile Autun şehrine götürüldükleri oradan da sülalenin devam etmiş olma ihtimali var. Ama İncil'de anlatılan İsa değil o. Mesela İsa'nın mezarı boş çıkıyor biliyorsunuz. Zaten o mezar İsa için satın alınmış bir mezar değil Arimatea'nın kendisi için almış olduğu mezar. Oraya konulması da enteresan. Çünkü Yahudi şeriatına göre başkasının mezarına konması da mümkün değil. Bu olaylarda pek çok ipe sapa gelmez tutarsız taraf var.

En akla yakın senaryo ise İsa, Sıraç'ın oğlu. Sirasticus diye bir kitap yazmış. O kitap zaten Tevrat'ta var. O adamın hayatından bir parça, Jeanne Gamalla'nın hayatından bir bölüm, 325'te de resmi olarak Apollonius'un hayatından bir kesit alınmış. Ancak bu tarihten sonra bir değişim olmamış. İsa'nın yaşamı için bir kolaj yapılmış. Yapılan kolajdaki İsa gerçek değil.

PAGANİZMİ ORTADAN KALDIRMAYA ÇALIŞTILAR

Haberposta: Kitapta, Bizans İmparatoru Constantin'in yükselmeye başlayan Hıristiyanlık karşısında Pagan sembollerini dinin içine sokarak bir “orta yol” bulduğu yer alıyor. Mesela Hıristiyanlığın kutsal günü Cumartesi'ymiş ama paganların güneş ayini Pazar olduğu için Constantin bu günü seçmiş. Bu iddialar ne kadar doğru?

Aytunç Altındal: Hıristiyanlık paganizmi ortadan kaldırabilmek için Paganlar'ın önemli günlerini kendileri için önemli gün haline getirdi. Bunun en belirgin hali İsa'nın doğum günüdür. 25 Aralık aslında Mani dininin temsilcisi olan Mani'nin doğum günüdür. Bunu ispatlamış olan ise Isaac Newton'dır. Newton'a göre Hristiyanlık, pagan adetlerini silmek için İsa'ya 25 Aralık'ı doğum tarihi olarak buldu. Halbuki İsa, 25 Aralık'ta doğmadı. Mesela Ortodokslar İsa'nın doğuşunu 6 – 11 Ocak arası kutluyorlar. Hıristiyanlık Anadolu ve Doğu Roma'yı Hıristiyanlaştırabilmek için ne kadar pagan sembol varsa hepsini içine almıştır. En önemli çalıntılarından biri de “Pontifex Maximus” mevkiidir. Pagan döneminde krallar ve imparatorlar “Pontifex Maximus” yani baş rahiptiler. Bugün Vatikan'daki Papa'nın sıfatlarından biri de budur.

HRİSTİYANLIK DİN DEĞİL

Haberposta: Bir de komünyon var…

Aytunç Altındal: Tabii. Karl Marx'ın arkadaşı Frederich Engels diyor ki: “11. yüzyıla kadar Alman kabilelerinde Berlin'de bulunan Töton kavimler, düşmanlarının ruhunu ve gücünü alabilmek için hanibalizm (yamyamlık) uygularlardı. Ve oturup öldürdükleri düşmanlarını yerlerdi” diyor. Kominyonda ne yapılıyor? İsa'nın eti ve kanı yeniyor. Bu yamyamlıktır. Metaforik olarak kendi tanrılarını yiyorlar. Bunlar pagan özellikleri.

Hıristiyanlık sekülarize edilmiş Yahudi şeriatı üzerine kurulmuş bir külttür. Din değil. Kişiye tapmaya yönelik bir kült. Bu nedenle onun içinde mit olması gerekiyor. Hıristiyan ilahiyatı açısından dört tip İsa var: Birincisi Historical Jesus (tarihsel İsa) belgelerle ispatlanmış böyle bir şahıs yok. İkincisi Biblical Jesus (İncil'e göre İsa) ise sadece İncil'de anlatılan İsa'dır. Üçüncüsü Synoptic Jesus. İncil'de yer alan Matta, Matthaew, Marcus ve Luka'nın anlattıklarına göre bir İsa. John ve Paul yok. Onların anlattıkları bir İsa var. Dördüncü ise Mythologic Jesus. Dünyadaki bütün Hristiyanlar mitolojik İsa'ya inanıyorlar. Diğer üçü hiçbir şekilde ispatlanamıyor. Bir Hıristiyan'a İsa'yı anlat deseniz, o mitolojik İsa'yı anlatır.

Constantine'in güzel bir sözü vardır. İznik Konsili toplandığında “Ne istiyorsunuz? Aranızdaki kavga nedir” diyor. Onlar ise “İsa Tanrı'nın oğlu, onu kabul ettirmek istiyoruz” diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine imparator “Bizim pantheonda 20 tane Tanrı var. Ben ‘Sol Invinctus' güneşin oğluyum. Bu adam da bir Tanrı'nın oğlu olacak ne olur ki?” diyor.

YENİ BİR “YAZAR” HAZIRLIYORLAR

Haberposta: “Da Vinci'nin Şifresi”den sonra ne olacak? Sizce bu akımın devamı gelecek mi?
Aytunç Altındal: Hıristiyanlık kültünün içinde “Da Vinci Şifresi” de var “Isaac Newton Şifresi” de. Onun için de Keneeth Wright diye biri çıkar. Bir yazar hazırlıyorlar herhalde. Da Vinci Şifresi'nden 2-3 yıl sonra bu kez de “Newton Şifresi” çıkacak. Newton'ı herkes fizikçi, matematikçi zannediyor. Ama o aslında bir okültist. Onun gizli metinleri var. Verirler onu birisine. Da Vinci Amerikalıydı, o İngiliz olur mutlaka. Bu sefer de herkes onu okur. Mutlaka Yahudi asıllı, mason ve eşcinsel olur. Bu üç özelliği olduğunda da dünyada bir numara olur. Isaac Newton Şifresi'nin içeriğini söylemeyeyim, 2-3 yıl sonrasına kalsın, heyecan olur.
Kaynak:Haberposta

M. Serdar KORUCU

Monday, August 28, 2006

Ceviz Sembolü

Ceviz sembolünde, zâhirden bâtına; bâtının da, aklımız elverdiğince, bâtınına inmeye çalışalım.

Hayatında hiç ceviz görmemiş birine taze cevizi göstersen, sadece dışındaki yeşil kabuktan ibaret olduğunu sanır; ısırmaya kalksa, acı tadından ağzı yüzü birbirine girer; içini kırıp bakmadan aklı yatmaz ve gözünün gördüğüne inanıp, birisi sorsa, yeşil renkli top gibi bir şey der!

Çünkü, yeşil kabuğun altındaki gizli hikmetler kendisi için kafa gözüyle baktığında yoktur; ama, gönül gözüyle baktığında yeşil kabuğun bâtını hikmettir. Aslında yeşil kabuğun bizatihî kendisi bile, hatta üzerindeki pürtükler bile başlı başına gizli hikmettir; ama, şimdilik geçelim. Öyleyse, bilen için yeşil renkli kabuk, içinde hikmet gizleyen bir semboldür. Bilmeyenin dediği gerçek kendince doğrudur; ama, sadece zâhirdir.

Bu nedenle, yeşil kabuklu cevizi görünce içindekini idrak edemeyip, sırf dışını söyleyene Avam denir.

Avam, eğer cevizin yeşil zâhir kabuğunu elinin boyanması bahasına zahmet edip açarsa, içindeki iki çenekli pürtüklü tahta gibi sert kabuğu bulur. Yeşil kabuğu soyması Hakikat’i arama yolunda atılmış ilk adımdır. Artık, cevizi tanımayan biri için, ceviz denilen şey böyle sert tahta kabuklu bir yuvarlak toptur. Artık, sert kabuk zâhirdir. Tahta kabuğun içindeki bâtın bilen için hikmettir. Bu nedenle, sert kabuğu görüp tanıyan, bundan böyle taze yeşil kabuklu cevizi gördüğünde altında bir de sert kabuk olduğunu gözüyle görmese bile bilir. Bu nedenle, bilgisi sadece yeşil kabuğu bilene oranla bir derece daha ileridir.

Çünkü, aklî bilgisi ilerlediğinden, artık sadece bir sembol olan yeşil kabuğun altındakini, yani bâtınını, bilmektedir. Eğer sert kabuğun da içindeki hikmeti merak edip kabuğu kırarsa, hele ezmeden düzgün kırarsa; içinde çift çenek içinde ikişerden dört loplu, bir insan beynine benzer, cevize ulaşır. Ceviz artık zâhir olmuştur; yani, cevizi hiç bilmeyen için bilgi iki kat ilerlemiştir. Bundan sonra, her taze ceviz gördüğünde, yeşil kabuğun altında sert kabuk, onun da altında asıl ceviz içi olduğunu bilecektir. Artık, yeşil kabuklu ceviz de, sert kuru kabuklu ceviz de birer semboldür; içinde ceviz denilen bâtınî hikmeti gizleyen semboller. İsterse yer ve bu zihnî tekamül biter. Ama, Hakikat’i arayan için iş bitmemiş; yeni başlamıştır.

Buna bakalım:

Ceviz içinin dört lopu birbirinden ince kahverengi odunsu perdeyle ayrılmıştır. Ceviz içini tümüyle lop çıkarmak için bu kahverengi perdeyi özenle ayıklamak, hatta hiç kırmadan içindeki ceviz içini bütün gerekir. Eğer başarılı olunursa, ceviz içi insan beyni gibi kıvrımcıklı dört loptan oluşan bir bütün hâlinde ortaya çıkar. Eğer, gerekli özen gösterilmezse ceviz içinin iki veya dört parçaya bölünerek koz niteliğini kaybeder. Bu önemli işlevi okuyanın yorumuna bırakalım.

Dolayısıyla tahta gibi sert ceviz kabuğu nasıl ki yeşil kabuk sembolünün altındaki hikmetse; aynı şekilde, lopları birbirinden hem ayıran, hem de ceviz içinin koz olarak tek bir bütün şeklinde kalmasını sağlayan odunsu ince perde de, sert tahta kabuk sembolün altında bir hikmettir.

Ceviz içi denilen kozun üzeri, sarımsı kahve renkli ve üzeri damar damar yaprak kıvamında ince mat bir zarla sarılıdır. Asıl ceviz içine ulaşmak için bu zarın soyulması gerekir. Dolayısı ile bu zar; en üstteki yeşil kabuk ve altındaki sert tahta kabuğa göre üçüncü aşamadaki hikmettir. Eğer bu ince kabuk dikkatle soyulursa, hemen altında sarımsı beyaz saydam ince bir zar daha olduğu görülür. Saydam zar, üstündekilere oranla dördüncü aşama sembol ve artık içindeki ceviz içi hikmettir. Asıl ceviz içini örten bu ince saydam zardır. Zar soyularak yenilirse ceviz lezzetli, soyulmadan yenilirse acımtırak olur. Bunun için, soyulması biraz zor olmasına rağmen, soyularak yenmesi tercih edilir. Hatta, kolay soyulabilmesi için ceviz içi bir süre suda bırakılır. İşte bu saydam ince zar, yeşil kabuğun, sert kabuğun ve kahverengi ince kabuğun altında kalan dördüncü aşamadır. Zarın soyulması daha zor olduğundan hüner ve sabır gerektirir. Aynı, Hakikat’e ulaştıkça atılacak adımların daha dikkatli ve gösterilecek özenin çok daha nefasetli olması gibi !

Bu zar da marifetle soyulduktan sonra beşinci aşamada artık ceviz içine ulaşılır ve afiyetle yenir. Tabiî bu hikmeti bilmek ilk dördüne oranla daha büyük bilgi ister. Öyle ki, cevizin kozunu saran saydam zarın altında bile ceviz içi ayan beyan görünmesine rağmen, yine de tadı ve kimyası tam belli değildir. Özetle, ceviz kesiti üstten aşağı incelenirse, en üstte yeşil kabuk, altında tahta kabuk, altında kahverengi odunsu ince saydam kabuk, altında saydam ince zar ve nihayet onun içinde de ceviz içi!

Böylece, her üstteki bir altındaki için sembol, her alttaki de bir üstündeki sembolün içindeki gizli hikmettir.

Özellikle, ceviz içini saran ince saydam zar, Nur’la zulmetten kurtulduktan sonra, Hakikat’le arada kalan hicap, denilen tül perdeye benzer; araladıkça bir yenisi çıkar ve fluluk süregider. Zarı soyup, cevizin içini bulan kimse için zâhiren bâtın bulunmuştur. Çünkü, hedef bütün kabuklardan soyulmuş ceviz içidir. Yani, cevize adını veren ceviz içi artık sembol olmaktan çıkmıştır! Acaba, Hakikat’en çıkmış mıdır?

Cevizin içi, bir anlamda, aranan, Hakikat midir ? Tabiî değildir; ama şimdilik, daha ötesi var deyip, duralım.

Bundan böyle, her akıllı insan, yeşil kabuklu taze cevizi gördüğünde; semboller perdesini üstte yeşil kabuk, altında sert kabuk, altında ince kabuk ve altında zar olmak üzere dört aşamadan sonra, en ortada ceviz içi hikmeti olduğunu bilecek ve söyleyecektir.

Öyleyse, bir anlamda, yeşil kabuklu ceviz sembolünün içindeki gizli hikmet cevizin kozudur. Kendince bâtını bulmuş olan bu akıllı talihli de tabiî avama göre Seçkin’dir. Bu mertebenin adı Havas’tır...

Ama, akluhikmet sahipleri, ceviz içini eline aldığında hemen lüp diye yutmadan önce düşünür: “Acaba, cevizin içinde ne var? ” diye!..

Çünkü, aslında Hikmet saydığı, Hakikat değildir.

Çünkü, üzerindeki ince saydam zarı soyduğu andan itibaren, sanki Hakikat sandığı ceviz içi zâhir olmuş ve onun da içinde başka bir Hakikat’in var olduğu veya olabileceği idraki sarmıştır kâmil insan olmaya yönelen liyâkatli ve kifayetli insanı!

İşte, tekâmülde istenilen de budur!

Kâmil insan, böylece, bâtının da bâtını olabileceğini idrak edip, Hakikat arayışını sürgit devam ettirir; Hakikat’in içindeki Hakikat, Hakikat’ül Hakâyık, yani Hakikatler Hakikati’ni aramayı sürdürür.

Zaten, gizli hikmetler olarak tesmiye edilen, sembollerin ezoterik anlam derinliği bu aşamadan itibaren başlar. Sembolün gizlediği hikmet; ama, hikmetin de gizlediği hikmet, daha doğrusu hikmetler...

Çünkü hikmet demek, bir insanın aklî kuvvetinin itidal noktası demektir. İtidalin üstü olan ifratta aklî güçler tehevvür; itidalin altı demek olan tefritte hamakat hâlindedir. Öyleyse, ifrattan ve tefritten uzak aklın pâyesi ve unvanı hikmettir. Bu anlamda, Akıl ve Hikmet veya yazara göre yapışık hâliyle daha anlamlı olan Akluhikmet; cevizin içinde neler vardır diye düşündürür insanı!..

Cevizin içinin içinde neler vardır?

Meselâ, en önemlisi cevizin yağı ile ve azotlu maddeler vardır. Bunların çeşitli kimyasal bileşimleri vardır; molekülleri vardır; moleküllerin içinde atomları vardır; atomların içindeki elektronlar, nötronlar vb vardır.

İşte, bu atomlar ve elementler, farklı miktar ve bileşimlerde olmak üzere, aynı cevizde olduğu gibi, sende de bende de vardır; tüm evrende de vardır. Ayni, Evrenin Ulu Yaradanı dediğimiz Yüce Yaradan’ın Zatı’nın evrende ve insanda tecellisi olan sıfatları gibi!..

Çünkü, artık cevize ismini ceviz içi geçmişte kalmış ve onun yerini şekil olarak aslında cevize hiç benzemeyen bir sıvı, yani ceviz yağı almıştır. Daha da aşağı doğru inilirse, moleküller ve atomlar öyle bir genelleşir ki, sıfattan artık eyleme yani sadece ef’al birliğine geçilir.

Öyleyse, ceviz içi bir sembol ve ceviz içinin gizlediği altıncı aşamadaki hikmet ceviz yağı ve terkibi olur.

Ceviz yağının sembol ve gizlediğinin hikmet olduğu nihaî yedinci aşamada var olan, cevizin sebebi hikmeti ve sebebi vücudu kuvvet, yani enerjidir. Enerji, ceviz yağı sembolünün içindeki gizli hikmettir. Yenilen cevizde potansiyel olarak bulunan ve yenildikten sonra kinetiğe dönüşen enerji!

Ancak, idrak edilebilen Yüce Kudret’in odağı Kâdiri Mutlak enerji!

İnsanın ve var olan her şeyin Öz’ü olan enerji!

Yoktan var olmayan ve kaybolmayan; ancak, hâlden hâle dönüşen tek kudret olan enerji!
Doğmayan ve doğurmayan, her an başka bir şeen de bulunan enerji!

Özetle, doğmayıp doğurmadığı için var olmayan, yegânelik sıfatı ile idrak edilebilen hiçlik ve yokluk....

Yeşil kabuklu taze ceviz sembolünün kemâl sahiplerine derece derece idrak ve iz’an ettirdiği işte bu gizli hikmetlerdir. Bu hikmetleri izan eden; ama, Hakikat’ül Hakayık’a asla ulaşamayacağının aczini idrak edebilenlere Seçkinler Seçkinleri, yani, Havas’ül Havas adı verilir. Bu zümre, insan-ı kâmil sıfatında olanlar, yani sembollerin en derin mânâsına inebilerek gizli hikmetin varlığını sezebilenler; fakat asıl Hakikat’ül Hakâyık olan Zat’ın değil görülmek, tefekkür bile edilemeyeceğini; ancak tecelliyatı mertebesinde, Varlık’ta Yokluk, yani Ahad, menziline vasıl olabilen Hüviyyet sahipleridir. Bunun da evveli âhiri, ceviz sembolünün yokluğa misal olduğunu fehm etmekle başlar ve biter.

Cevizi insana dönüştürürsek; aynı, âlemlerin içinde milyar galaksiden biri Samanyolu, Samanyolunun içinde milyarlarca yıldız içinde Güneş, Güneş sisteminin içinde Dünya gezegeni, Dünyanın içinde Asya ile Avrupa arasında Anadolu, Anadolu’nun içinde İstanbul, İstanbul’un içinde bir insan, insan bedeninin içinde göğsü, göğsünün içinde kalbi, maddi kalbinin içindeyse nokta-i suveyda denilen basîret, yani gönül gözü!

Gönül gözü, yani saydam bir küre; bir yanından sen Hakk’ı görürsün; öte yanından Hak seni görür; şah damarından daha yakın olduğu için!

Aynaya bakan insanın “Yarattığın eseri beğendin mi?” sorusuna cevap vermesinin, abes sayılması da bundandır!

Çünkü, adam “Ben sûretimde sîret” gördüm nasıl der; idrak etse bile, dili döner mi, sözü yeter mi ?

Eğer yeterse, Hallac olur, Nesimî olur, Yunus olur!

Doğrusu, YOK olduğunun acizini idrak eder!

Eğer gözü açıksa, ÖZ’ünü sezebilir; aynı, cevizin özünde de kendisiyle aynı özü sezebileceği gibi!

Üsküdarlı Aziz Mahmut Hüdaî, insanın gönlündeki ÖZ’ün sırrını, gönül gözüyle görene gönül diliyle şöyle fısıldar:

Bir bak insanın gönlünde Beytullah var
Niçin görmezsin ki, o evde Allah var.
Her ne varsa insanda var; insanda ara Hakk’ ı sen
Sakın olma gafil, insanda Sırrullah var.


Bu itibarla, sembollerin içindeki gizli hikmetlerin tefekkürü çok derin olduğu gibi; bu tefekküre mesnet olabilecek maddî ve manevî kanıtların sadece akılla değil; ama, aynı zamanda gönül gözü olan basîretle gözlenip değerlendirilmesi gerekir. Çünkü, akıl ancak iman sınırına kadar en güvenilir rehber olduğu hâlde; bu sınırın ötesinde gücünü yitireceğinden basîrete mutlaka ihtiyaç vardır.

Basîret olmadığı takdirde, zahirden bâtına nüfuz etmek mümkün olmaz ve sadece aklın etkinliği oranında bilinçlenme gerçekleşir. Ama, basîretle görülenin akılla denetlenmesi ve gerçeğe dönüşmesi hâlinde de, gerçeğe dayanan bilgi ve bilim alanında sadece akıl gücü geçerli olacağından basîretin hiç bir fonksiyonu olamaz. Basîretin gücü, artık daha ileriye, aklın ötesinde imanın başlangıç sınırının diğer tarafına kayar. İşte kemâlatın, dolayısı ile bir anlamda insanlığın sebebi vücudu hassas dengeyi kurabilmesidir.

Aynı ceviz gibi, birer teşbih ve birer mecaz vesilesi olan sembolleri de bu anlayış altında değerlendirmek ve içindeki gizli hikmetleri aramak doğru olur. Aksi takdirde, sembolü sadece zâhiren değerlendirmek ve bâtınen yorumlamaktan kaçınmak veya sembolün sadece şu anlamı doğru, diğerleri yanlıştır demek onu tabulaştırmak, yani put yapmak demektir ki; bu da akla ve hür düşünceye aykırıdır. Doğrusu, sembolü kutsallaştırmadan içindeki gizli hikmetleri araştırmaktır.

Bâtına inmek için de, şart olan zâhiri aşabilmektir! ..
Zâhiri hiç yok saymadan; akılla zâhir, basîretle bâtın!..


Kaynak : Tamer Ayan

Thursday, August 17, 2006

Doğu'nun Sırları

Hintli kadınlar neden bu kadar güzel?

Doğu’dan gelen güzellik sırları

Kadife gibi bir cilt, parlak gözler, gür ve canlı saçlar. Hintli kadınlar doğal güzellikleriyle dikkat çekiyorlar. Bu güzelliğin en büyük sırrı kullanmayı alışkanlık haline getirdikleri doğal bitki özleri ve yağlar.

Hintli kadınların güzellik sırlarını keşfetmek istiyorsanız bu haberi mutlaka okuyun.

Hintli kadınların çoğu, günlük cilt bakımlarını kendi hazırladıkları krem ya da yağlarla yapıyorlar. Belki de onların ileri yaşlara kadar pürüzsüz bir cilde sahip olmalarının altında bu sır yatıyor. Çeşitli kozmetik firmaları tarafından üretilen ve doğal bitki özlerine sahip ürünler de cildinizde doğal bir ışıltı için tercih edilebilir. (...)

Doğal ürünlerle peeling

Öğütülmüş tahıllar ya da fındık ve fıstık gibi çerezler, cildinizde yumuşak bir peeling etkisi yaratıyor. Hintli kadınlar, her gün taze bakım ürünleri kullanıyorlar. Onların bakımları için ihtiyaç duydukları şey ise; bir kap dolusu cildi yatıştıran gülsuyu ve pürüzsüzleştiren tatlı bademyağı. Yüzü ılık pirinçsuyuyla yıkamak, Hintli kadınların yüzyıllardır uyguladıkları bir yöntem. Pirincin içeriğindeki magnezyum, B vitamini ve bakır gibi besleyici maddeler ısıyla birlikte suya karışıyor ve cildin ışıl ışıl parlamasını sağlıyor.

Kadife yumuşaklığında bitki yağları

Bitki yağları, Hintli kadınların bakımlarında kullandıkları en temel ürünler olarak yerlerini koruyor. Hafif masaj darbeleri de, mikro sirkülasyonu uyararak yağların cilde derinlemesine nüfuz etmesini sağlıyor. Hintli kadınlar, yüz maskesinde özellikle sarı susamyağını tercih ediyorlar. Bu yağ, içeriğindeki zengin doymamış yağ asitleri sayesinde cildin yumuşamasını sağlıyor ve pürüzsüzleşmesine yardımcı oluyor. Uzmanlar, cildin derinliklerine daha kolay ulaşması için susam yağının masajdan önce ısıtılmasını tavsiye ediyor. Eğer reçine ya da çiçek kokusundan hoşlanıyorsanız, içine birkaç damla yağ ekleyebilirsiniz. Bitkilerin cilt üzerindeki etkilerine gelince... Okaliptüs canlandırıyor, sandal ağacı gevşemesini sağlıyor ve ylang-ylang da onarıyor. İsterseniz, günlük masajınızı piyasada, aktarlarda satılan ve içeriğinde bitki özleri bulunan ürünlerle de yapabilirsiniz.

SAÇLARINIZA BAKIM ŞÖLENİ

Hintliler için gür ve koyu saçlar kadınlığın tacı. Yağ masajları ve doğal şampuanlar saçlara güç ve parıltı sağlıyor.Rahatlatan baş masajlarıAromatik Hint baş masajı olarak tanımlanan campisaj, Hindistan'da binlerce yıldır uygulanan bir yöntem. Hintli kadınlar gür ve parlak saçların sırının saç derisine yağlarla masaj yapılmasında saklı olduğuna inanıyorlar. Uygulama, son yıllarda adını sıklıkla duyduğumuz Ayurveda felsefesinden doğmuş.

Ayurveda'ya göre masajın iki önemli işlevi var; hücre ve dokunun beslenmesini sağlamak, bedeni toksinlerden arındırmak. Hintli kadınlar, saçlarını yıkadıklarında masaj yapmayı ihmal etmiyorlar. Baş bölgesine yapılan masaj kan dolaşımını hızlandırıyor ve bu sayede besleyici maddeler saç köklerine daha iyi nüfuz ediyor. Hintli kadınlar bu yağlardan sadece daha sağlıklı bir yaşam için değil, aynı zamanda daha güzel görünmek için de yararlanıyorlar. Örneğin fesleğen saç derinizin canlanmasını sağladığı gibi, saçlarınızın parlamasına da yardımcı oluyor. Siz de ışıl ışıl parıldayan saçlara sahip olmak istiyorsanız birkaç damla fesleğenyağı, ılık jojoba ve susamyağını derin bir kabın içinde karıştırın. Bir yemek kaşığı yağı saçlarınıza ve saç derinize yayın. Parmaklarınızla hafifçe masaj yaptıktan sonra saçlarınızı iyice durulayın.

Mis kokulu saçlar

Bir cam şişeyi suyla doldurun. İçine birkaç damla en sevdiğiniz aroma yağından damlatın. Suyu, kuru saçlarınızın üzerine dökün. Saçlarınızın mis gibi kokması için, Hindistanlı kadınların sıkça kullandıkları gül ya da lavantayağını öneriyoruz.Bademle temiz bir ciltYumuşak bir peeling için: Derin bir kabın içinde, 2 yemek kaşığı iyice öğütülmüş bademi, birer tatlı kaşığı gülsuyu ve bademyağıyla karıştırın. Karışımı, üzerine süt ilâve ederek krem kıvamına getirin. Peelingi yüzünüze sürün ve hafif dairesel hareketlerle cildinize 1 - 2 dakika masaj yapın. Şimdi cildinizi su ya da pirinç suyuyla durulayabilirsiniz.

VÜCUDUNUZA AROMALI BAKIM

Hintli kadınlar, hem sağlıklarını hem de güzelliklerini korumak için banyo öncesinde aromalı masajların gücünden yararlanıyorlar. Masajla baştan aşağı sağlıkMasaj, sağlıklı ve güzel bir vücut için anahtar kelime. Masajın etkisi artırmak amacıyla, tüm vücuda bolca özyağ sürülüyor. Ardından yavaş ve dairesel hareketlerle masaj yapılarak yağın tüm vücuda iyice nüfuz etmesi sağlanıyor. Hintli kadınlar, masaj sırasında baş döndüren kokusu nedeniyle çoğunlukla gülyağını tercih ediyorlar. Aroma özleriyle yapılan masaj cildin genç kalmasını sağlıyor, lenf akımını canlandırıyor ve vücutta oksijen alımını kolaylaştırıyor.

KOKULARIN ARMONİSİ

Hintli kadınlar, her yıl, ilkbaharda güneşin dönüşünü ve çiçeklerin tomurcuklanmasını düzenli olarak kutlamayı adet edinmişler. Baharatların, çiçeklerin ve reçinelerin kokuları bu mevsimde tüm kadınları adeta bir kumaş gibi sarıyor. Kadınlar, birbirinden çekici kokularıyla adeta baş döndürüyor!

Sihirli çiçek banyosu

Rahatlamaya ihtiyacınız varsa, papatya, yasemin ve sandal ağacı tam size göre. Bunun için; dörder damla yağı küvete doldurduktan sonra iyice karıştırın. Küvette dinlenirken derin nefes alarak aroma yağlarının rahatlatıcı gücünden yararlanın. Bir cam şişenin üçte birine kurutulmuş gül yapraklarını ya da tomurcuklarını doldurun. Şişeyi, jojobayağıyla doldurun. Üzerine 10 damla gülyağı damlatın. Şişenin ağzını iyice kapayın ve üç hafta boyunca sıcak bir ortamda bekletin. Şişenin doğrudan güneş ışığı almamasına özen gösterin.canlanınIşık geçiren bir cam şişenin içine 70 ml alkol dökün. Ardından 10'ar damla limon, gül ağacı ve portakalyağı ekleyin. Şişeyi iyice çalkaladıktan sonra 7 gün boyunca dinlendirin. Üzerine 39 ml su doldurun. İki hafta boyunca yeniden dinlenmeye bırakın.Hint masajıyla gevşeyinHer iki elinizin yüzük ve orta parmağını kaşlarınızın ortasına yerleştirin. Ardından sağ elinizin parmaklarıyla kaşınızın üzerinden sağ gözünüze, sol elinizle de sol gözünüze doğru masaj uygulayın. Hareketi 5 kez tekrarlayın. Sağ ve sol elinizin işaret parmaklarını burnunuzun başladığı bölgeye yerleştirin. Şimdi her iki parmağınızla, burun deliklerinizin yan bölgelerine yukarıdan aşağıya doğru masaj yapın. Hareketi 5 kez tekrarlayın. Gözlerinizi yeniden kapayın, el ayalarınızı yüzünüze yerleştirin ve kulaklarınıza doğru gerin. Hareketi üç kez tekrarlayın.

Kaynak:

http://groups.google.com.tr/group/aumon